Tag Archives: Sigmund Freud

“Hatırlamak Üzerine: Freud ve Green”

25 Mayıs 2014 tarihinde ULUSLARARASI PSİKANALİZ YILLIĞI ve ROBİNSON CRUSOE 389 KİTABEVİ ortak etkinliği olarak, Salt Beyoğlu’nda  gerçekleştirilen konferansın metnidir.  

Bella Habip, Eğitim Psikanalisti ve Süpervizör

Uluslararası Psikanaliz Dergisi’nin Türkçede yayımlanan Yıllığı 6. yaşına bastı. Yıllığımızın tanıtım toplantısında psikanalitik bir meseleyi, şimdiye kadar yayımlanmış yıllıklar içindeki bir makale çerçevesinde tartışmaya açmayı tarafıma öneren yayın kurulu üyelerine ve tabii bizi bu güzel ortamda ağırlayan Robinson Crusoe Kitabevi ve Salt Beyoğlu yetkililerine teşekkür ederim.

Bu sunumun konusu hatırlamak üzerine, kısacası bellek üzerine olacak. Bu konuyu seçmemi tetikleyen başlıca unsur bu buluşmanın semtinin tarihi Beyoğlu olması ve projemize sahip çıkan kitapevinin köklü bir kurum olmasıdır diyebilirim. Bu iki mekânın ortaklaşa benim imgelemimde işaret ettiği alan bellek oldu. Bu arada itiraf etmeliyim, Salt Beyoğlu gibi yine böyle tarihi bir mekânda kurulmuş bir sanat galerisi içinde Freud’un bellek kuramını konuşmak ve konuşturmakla kendimi adeta çağdaş sanattaki yerleştirme çalışmasının bizzat içinde bulmuş gibi hissediyorum.

Bellek konusunu 2009 tarihli Uluslararası Psikanaliz Yıllığı’ndaki André Green imzalı “Freud’un Zamansallık Kavramı: Güncel Görüşlerle Olan Farklılıklar” adlı konferans metnine gönderme yaparak ele alacağım. Bu metinde André Green Freud metnini derinlemesine çalışarak psikanaliz tedavisindeki zamana ve belleğe yönelik düşüncelerini bize aktarıyor. Metin tabii burada ele alınamayacak kadar geniş ve kapsamlı. Ben bir ucundan tutacağım ve metinde benim gözüme çarpan bir hususu ele alacağım. O da hatırlamak konusu ve Freud metnindeki iki farklı hatırlama biçimi üzerine Green’in işaret ettikleri olacak. Bu iki farklı hatırlama biçiminin altını çizmek bence salt biz ruh sağaltıcılarının doğrudan pratiğini sorgulamıyor ama aynı zamanda toplumsal belleğimizi de korumanın üzerine, özellikle de travma içeren sosyal patlamalarla dile gelen hasarlı belleğimizi, ifşa etme ve hatırlama yeteneğimizi yeniden inşa etme konusunda bize bazı ipuçları veriyor. Konuşmamın sonunda toplumsal belleğe de işaret ederek bazı sorular soracağım.

Green bu hatırlama konusunu doğrudan zaman kavramıyla ele alır ve şöyle bir tespitte bulunur: Ruhsal hayatımızda iki türlü zaman vardır, der. Birincisi canlı ve hareketli bir zamandır. Canlı ve hareketli bir zamanı biz hastanın hatırlama yeteneğinde görürüz. Nasıl görürüz? Örneğin hasta bir rüya görüp sonradan o rüya üzerine aklına gelenleri serbestçe söylediğinde, yani dile getirdiğinde biz psikanalist olarak seviniriz zira analizan ruhsal hayatının kapılarını bize açmıştır. Seviniriz çünkü rüyadaki imgeler salt imge olmaktan çıkarlar ve düşünmeye ve çağrışım yapmaya zemin hazırlarlar. Ve nihayetinde seviniriz zira rüyadaki imgelerin dile gelmesiyle birlikte dürtüler ham bir şekilde boşalmazlar; dürtünün kendisi imge ve söz yoluyla temsil imkânına kavuşur, yani bir şeyleri temsil etme imkânına kavuşur. Nihayetinde bilinçlenmenin yolu açılmıştır.

Oysa bir de ölü zaman vardır Green’e göre. Ölü ve hareketsiz bir zaman tabii dürtüsüz bir zaman değil, dürtünün kullanışsız olduğu bir zamansallıktır ruhsal hayatta. Ölü zamanın canlı zamandan olan farkı ruhsal hayatın fakirliğidir. Örneğin hasta fazla konuşmaz, konuşsa da günlük meselelerin işlemci yönüne odaklanır. Yani bir şeyleri yapmaktan, halletmekten söz eder. Yaşamı sürekli halledilmesi gereken bir zaman dilimi olarak algıladığı için ne yaşadığından çok ne yaptığına odaklanır. Hasta sanki bir tür ölüm kalım savaşı içindedir ve konuşmaktan keyif almadığı gibi konuşmanın çağrışımsal boyutu sınırlıdır, bazen yoktur bile. Hatta bazen rüya da hiç görmez, görse bile o rüyanın arkasından çağrışım gelmez. Hasta bazı imgelere muammaymışçasına bakar ve konuyu değiştirir. İşte böyle bir ruhsallık, içinde temsil barındırmaz, yani anlatılan öteberi üzerine bir şeyleri temsil etmek, bir şeyleri düşünmek mümkün değildir. Zaman adeta durmuştur, ölü bir zamandır burada söz konusu olan, zira içinde sürekli aynı şeyler tekrarlanır, bir tür hastalıklı tekerrür vardır. Örneğin analiz tedavisinden çıkalım ve geçmişte yapılan haksızlıklara mütemadiyen hayıflanan ve bunu aynı sözcüklerle yapan kişileri düşünelim. Ya da hep aynı şekilde başarısızlığa uğrayan, terk edilen, bir tür kötü kaderden yakınan insanları düşünelim. Ya da eski düşmanlıkları yıllar boyu taze tutan hınçlı ve öfkeli insanları düşünelim. Bu kişiler zamanı durdurmuşlardır zira ölümcül bir tür tekrarlayıcılık içindedirler. Green işte bu tür bazı hastaların temsillerle, yani rüya, çağrışım gibi daha sağlıklı diyebileceğimiz yollarla hatırlamadıklarını, eylemle yoluyla tekrarladıklarını ileri sürer. Dürtü temsile değil boşaltıma yöneldiği için analiz tedavisi eylem içinde devam eder.

Böylece Green temsille eylemi karşılaştırır. Unutmayalım temsil içeren ruhsal süreçler daha gelişmiş, daha insancıl ve yaşama daha yakındır. Eylem içerikli ruhsal süreçler ise dürtünün doğrudan boşaltıldığı temsilden yoksun bir ruhsal sürece işaret eder ve içinde bolca yıkıcılığı ve ölümü barındırır.

Şimdi Green’in metninden çıkıp Freud’a geri dönüyorum ve bu hareketli zamanın nasıl bir şey olduğunu size anlatmak istiyorum. Psikanaliz tedavisinde birçoğunuz biliyorsunuzdur, ama bilmeyenler için söylüyorum, anlam dediğimiz şey analizanın çağrışımlarının birbirleriyle kurduğu bağın içinden ortaya çıkar. Analizanın hop diye hatırladığı bir şey değildir anlam. Bu ani hatırlama denilen şey kısmen katarsis deneyimlerinde mevcuttu ve psikanaliz öncesi Freud ve Breuer’in hipnozla tedavi ettikleri döneme ait bir uygulamada ortaya çıkan bir görüngüydü. Hipnoz altındaki kişi hipnoz durumundan çıktıktan sonra hipnoz altında hatırladıklarını hipnoz sonrası unutuyordu, hatta unutmaya zorlanıyordu. Bu tedavinin ayrıntılarına girmek istemiyorum; bunun için Freud ve Breuer’in Histeri Üzerine Çalışmalar adlı yapıtına başvurabilirsiniz ama sadece şunu söyleyebilirim: O dönemde yani 1895 yılı öncesine ait dönemde Freud ve Breuer histeriklerin anılarından; anılarının onlara duyumsattığı çeşitli duygu ve duygulanımlardan dolayı acı çektiklerini düşünüyorlardı. Dolayısıyla yaptıkları iş de onları hipnoz altına sokmak, patojen anıyı tespit etmek ve bu anıyı hipnoz altında silmek, unutmalarını telkin etmekti. Sonuç ne oluyordu? Tabii telkinle silinen anı hastayı kısmen rahatlatıyordu ama iyileştirmiyordu, zira bilinçlenme yoktu. Kısmen iyileştirici olan şey hekimin otoritesiydi ve onun sayesinde hastanın sakinleşmesiydi. Ama hastanın belirtileri hızla yer değiştiriyor ve nevroz bütün ihtişamıyla etkisini devam ettiriyordu.

Freud’un hipnozu terk etmesi ve psikanaliz yöntemine başvurmasıyla anıları ortaya çıkarma yöntemi de değişti. Yöntem serbest çağrışım olacaktı ve hasta aklından geçenleri serbestçe söyleyecekti. Freud hastanın çağrışımlarını takip ederek farklı çağrışım katmanları arasında bağ kurmaktaydı. Bunu böyle yapmasının nedeni Freud’un bellekle ilgili görüşleri idi ki bu görüşler hâlâ günümüzde geçerlidir. Freud belleği belli bir merkezi olan ve farklı katmanlara sahip olan bir kütüphaneye benzetiyordu. Bu merkezden çıkan yan yollar da vardı ve bu yollar farklı katmanların arasından geçerek farklı öğeleri de birleştiriyordu. Hastanın serbestçe söyledikleri kendi aralarında bir bağ yokmuş gibi gözükseler de, farklı bir dinleme ve farklı bir sıralamayla, gizlenmiş farklı bir anlam ortaya çıkıyordu.

Ama biraz önce de belirttiğim gibi kimi ruhsal işleyişler doğrudan zamansızlığa işaret ederler, zamanı durdururlar hatta yok ederler. Bu tür ruhsallıklarda hatırlama, imge ve temsil üzerinden değil, eylem yoluyla gerçekleşir. Green Freud’un 1914’te kaleme aldığı Hatırlama, Tekrarlama ve Derinlemesine Çalışma adlı metnine gönderme yapar. Bu metinde Freud’un yeni bir fikir ortaya attığını ve bazı hastaların hatırlamak yerine eyleme vurarak tekrarladığını ileri sürmesinin önemli olduğunun altını çizer. Tabii hasta bir şeyleri tekrarladığından, bir şeyleri tekrarlayarak hatırladığından bihaberdir, yani bu olgu tamamıyla bilinçdışıdır. Örneğin küçük yaşta yüksekten düşmüş bir hasta bu olayı analizi sırasında farklı biçimlerde eyleme geçirmiştir. Birincisi seansa gelirken otobüse yetişmek isterken düşüp yaralanmıştır. Bu düşme bir yıl sonra tekrar eder bu sefer hasta ayağını burkar ve topallayarak seansa gelir. Sık sık irili ufaklı bir kaza geçirmektedir. Ama analizin daha ileri bir safhasında düşme imgesi bir rüyada belirecek ve hasta kendini yerde uzanmış bir halde görecektir. Analist üzerine eğilmiş onu yerden kaldırmaktadır. Düşmek ve kaza olguları nihayet simgeleşmekte, daha ileri bir düzeyde dile gelmektedir. Çocukluk çağında travma yaratmış bu olay (bu olayın travma yaratmasının düşmeden değil annenin kapsama ve koruyucu işlevlerinin eksikliğinden olduğunu tabii söylemeliyim) nihayetinde simgeleşecek üzerinde konuşulacak hale gelmiştir. Artık bu olayın travması üzerine konuşulacak hale gelmesi demek, onun analiz edilebilir duruma da gelmesi demektir, anlam kazanması demektir. Neden o esnada kimse yoktu yanında sorusu tabii çok farklı alanlara, tarihsel gerçekliğin ruhsallıkla birleştiği, ruhsal gerçekliğin ta kendisine ulaştıracaktır.

Eylem üzerinden hatırlamak konusunun bize açtığı kapılar kısıtlı olsa da çeşitlilik arzediyor. Bu kapılar ruhsallığın derin katmanlarına ulaşmamızı sağladıkları gibi bu ulaşımı sağlayan yöntemlere de işaret ediyor. Green’in altını çizdiği gibi örneğin “geçişlilik alanları”nın tesis edilmesi, analitik alanın bu ham dürtüselliğe yanıt verebilecek kıvamda olması, özgürlüğün ve spontaneitenin, yani kendiliğindenliğin deneyimlenmesiyle oyun ve yaratıcılığın teşvik edilmesini salık veren Winnicott’un çığır açan düşüncelerini unutmayalım. Eylem, içinde ham dürtüsellik barındırdığı için yıkıcıdır. Ama eylem arkaik belleği de barındırır, bu yüzden içinde umut barındırır; yeter ki o umut yeşerebileceği uygun ortamı bulsun ya da yaratabilsin, Winnicott’un yaratıcılık kuramına gönderme yaparsak…

Green işte burada önemli bir tespitte bulunur. Bilinçdışı ile altbenlik arasındaki farka işaret eder (bu iki terim için Freud’un Almancada farklı sözcükler kullandığını biliyoruz) ve bilinçdışını bilinçaltından ayıran farkın bilinçdışında temsillerin olması, bilinçaltının ise dürtülerden mütevellit olması değildir sadece Green’e göre. En önemli fark harekettir der Green. Yani analizanın serbest çağrışımlarında bir tümceden bir diğerine gitmesini sağlayan şey harekettir. Ve en önemlisi de der Green dönüşümü sağlayan unsur da harekettir zira bilinçaltının dürtü etkeni sayesinde daha farklı ve daha geniş bir dönüşüm alanı elde edilir. Oysa bir rüya analizinde şey temsilinden kelime temsiline doğru giderken dönüşüm sınırlıdır. Burada Green’in psikanalizin ilk dönemlerine mahsus, yoğun katartik deneyimlerin tekrar önem kazanmasını dolaylı bir şekilde vurgulamasını varsayabiliriz. Dürtülerin deposu olarak tarif edilen altbenliğin sağladığı hareketliliğin izini sürerek bazı temel sahnelere ulaşabiliriz, ya da ulaşımımız nerede kesiliyor onu tespit edebiliriz.

Dürtüsel hareket bize sanki bir yol haritası çiziyor ve analistin seans içinde olası müdahaleleri konusunda bizi aydınlatıyor. Nerede susması, nerede yorumlaması, nerede yorum yerine inşaya başvurması gerektiği vs. Ama belki de burada vurgulanan en önemli şey dürtüsel hareketin belleğin taşıyıcısı olduğu, belleğin her daim bizle birlikte olduğu, belleksiz bir insan eyleminin olanaksızlığı. Bu düşünce tabii ileriye yönelik hem psikanaliz tedavisi için hem de insanı ilgilendiren her türlü kavrayış ve etiği konusunda umudu da barındırıyor. Ki zaten Freud sonrası Winnicott, Bion gibi kuramcılar da temsilden çok eyleme başvuran ruhsallıkları analiz edebilecek kuram ve pratikleri geliştirdiler. Bu kuramların ortak özelliğini, eylemle hatırlayan bu ruhsallığı kapsamak ve muhafaza etmek adına uygun analitik ortamın düzenlenişini sağlamak ve bu ortam içinde analistin daha fazla aktif olmasını sağlamak şeklinde özetleyebiliriz. Ve tabii en önemlisi eylem bir ötekini de doğrudan hatırlama alanına çektiği için, eylem bir ötekine yönelik olduğu için salt bireysel ruhsallığı ilgilendirmez. Ortak oluşturulmuş bir ruhsallık söz konusudur burada ve tabii insanlığın, insan topluluklarının ortaklaşa hatırladıkları bir bellekten de söz edilebilir bu durumda.

Şimdi Green’in metnini bir kenara bırakıyorum ve şöyle bir soru sormak istiyorum. Tıpkı bireysel bellek için söz konusu olduğu gibi, toplumsal bir bellek söz konusu olduğunda da, bu tespitler toplumların hatırlamaya karşı gösterdikleri direnci analiz ederken bize yol gösterebilirler mi? Hatırlamanın bireysel yaşamımızda terapötik olduğunu 1895 yılından beri biliyoruz; bireysel yaşamımızda hatırlamanın bir sağlıklılık göstergesi olduğunu da biliyoruz. Ama bir toplum hatırlama konusunda aciz ve tutucu olduğu zaman şaşırmıyoruz, hatta olağan karşılıyoruz. Toplum geçmişi araştıran bir arkeoloğa ya da yıldızlara bakarak dünyanın geçmişini araştıran astronomlara karşı sonsuz hürmet beslerken, kendi geçmişi konusunda yapılan araştırmalara neden bu kadar direnç göstermektedir? Toplumsal belleği oluşturmak ve geliştirmek neden her toplumda farklı derecelerde de olsa çetin savaşlar sonucunda mümkün olabiliyor? İnsanlar neden “Yeter her şey geçmişte kaldı, artık önümüze bakalım, ilerleyelim” diyorlar? Ya da tam tersine, zamanı durdurup hep bir travma anını tekrar edermişçesine, zamanı yok ederek kendilerini yıkıcılığa ve ölüme terk ediyorlar? Volkanik bir patlama şeklinde seyreden toplumsal patlamaların analizinde de ya da tekrarlama zorlantısı biçiminde kayıp geçmişi yâd eden melankolik ve saldırgan ideolojilerin analizinde de psikanalizin değişim, dönüşüm, farklı anımsama biçimleri ve zamansallık kavramlarını kullanabilir miyiz?

 

1 Yorum

Filed under Yıllık 2014

Psikanaliz Kuramının Gelişim Tarihinden Bir Kesit: Psikanaliz Topluluğuna Tarihsel Bir Bakış

Bu yazı Francisco Pizarro Obaid’in “Sigmund Freud ve Otto Rank: Kaygı ve Doğumla İlgili Tartışmalar ve Yüzleşmeler” makalesi üzerine yazılmıştır. Makaleyi okumak için: Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2013, İstanbul, Sel Yayıncılık.

Sigmund Freud’un en önemli eserlerinden biri 1900’de yayımlanan “Rüyaların Yorumu”dur. Freud “Rüyaların Yorumu”nu babasının ölümünden sonra kendi rüyalarını analiz ederek gerçekleştirdiği kendi kendine analizi sayesinde yazmıştı. Freud bu dönemde semptomların kişinin çocukken bir yetişkin tarafından baştan çıkarıldığı, travma yaratıcı cinsel içerikli deneyimlerden kaynaklandığı görüşünden uzaklaşmıştı. Freud’a göre nevrozun temelini kişinin ruhsallığının etrafında örgütlendiği Oidipus karmaşası oluşturuyordu. Böylelikle psikanalizin merkezi, nesnel gerçeklikten ruhsal hakikate kaymıştı. Freud’un eserleri, çocukluk çağı cinselliğine ve bilinçdışı dürtülere yaptığı vurguyla (kişi artık “evinin efendisi” değildi) o dönemin Viyanası’nda çoğu kişi tarafından skandal olarak nitelendirilse de zamanla Freud’un etrafında gerek tıp alanından gerekse tıp dışı alanlardan takipçiler artmaya başlamıştı.

Freud’un nesnel bilimsel standartlara ulaştırmayı hedeflediği psikanalizin yayılması ancak takipçilerle mümkün olabilirdi. Bu ilk takipçiler psikanalizi hem divandan divana bir gelenek olarak aktarıyor, hem de düşünümleriyle Freud’un psikanaliz kuramını derinlikli olarak işlemesine yardımcı oluyorlardı. Viyana Psikanaliz Cemiyetinin temelleri 1902’de Freud’un ilk katılımcıları evine davet ettiği Çarşamba toplantılarıyla başladı. Toplantılarda bir makale ya da vaka çalışması tartışılıyor, toplantı Freud’un yaptığı bir özetle sona eriyordu. İlk toplantıya Freud’un dışında dört tıp doktoru katılmıştı: Adler, Kahane, Reitler ve Stekel. 1902-1906 arası üye sayısı 17’yi bulan listede tıp doktorlarının yanı sıra; müzikolog, yayıncı, dahiliyeci, fizik tedavici ve halktan kişiler vardı. Listeyi 1906’da gruba katılan ekonomi öğrencisi Otto Rank hazırlamıştı. Otto Rank Çarşamba Psikoloji Cemiyetinin ilk maaşlı sekreteriydi (Mühlleitner, Reichmayr, 1997)[1] ve bir anlamda Freud’un manevi oğluydu Lieberman, 1991; Grosskurth, 1991, akt. Pizarro Obaid, 2013). Pizarro Obaid (2013) makalesindeki bir dipnotta Freud’un Rank’a olan ilgisini şöyle aktarmıştı: “Rank Çarşamba Psikoloji Cemiyeti’ne katıldığı sıralarda, Freud’un ona karşı babacan bir ilgisi vardı (Gay, 1988). Rank’a şefkatle “bir nebze küçümsemeyi ağzından kaçırarak Küçük Rank” diye hitap ederdi (s.176). Freud (1914) “Otto Rank’la küçük cemiyet gayretli ve güvenilir bir sekreter kazandı, ben ise en sadık yardımcıyı ve çalışma arkadaşını kazandım” demişti (s. 25)”.

Freud’un 1906’da Zürih’te psikiyatri kliniği olan meşhur bir üniversitenin tıp direktörü yardımcısı Jung ile kurduğu bağlantı sayesinde psikanaliz uluslararası alanda tanınmaya başladı. 1908’de Salzburg’da psikanaliz alanında ilk uluslararası buluşma gerçekleşti. Aynı sene Çarşamba Psikoloji Cemiyeti Viyana’da resmi olarak kaydedildi ve 1910’da Viyana Psikanaliz Cemiyeti adını aldı. Bunun peşi sıra Budapeşte, Zürih, Berlin, Münih ve New York’ta yerel psikanaliz toplulukları oluşturuldu (Mühlleitner, Reichmayr, 1997).

Psikanaliz hareketinin yayılması ve genişlemesi sancılı bir dönemin de başlangıcı oldu. Çarşamba Cemiyetinin kurucu üyelerinden Adler 1911’de, Stekel 1912’de ve psikanalizin uluslararası alanda ilk kez tanınmasını sağlayan Jung 1914’te topluluktan ayrıldı (Mühlleitner, Reichmayr, 1997).

Birinci Dünya Savaşından sonra psikanalizin gelişimi alanında büyük yol kat edildi (Mühlleitner, Reichmayr, 1997). 1919’da Viyana Psikanaliz Cemiyetine bağlı bir yayınevi, 1922’de bir klinik, 1925’de ise Psikanaliz Eğitimi Enstitüsü açıldı. Psikanaliz kuramı ve uygulaması, çocuk, ergen ve psikoz araştırmaları alanlarında gelişmeler kaydedildi. Tüm bu araştırma ve çalışmalar sadece mesleki alanla sınırlı kalmamış, üyeler için bir yaşam biçimi halini almıştı.

1930’larda kocası Heinz ile birlikte bir psikanaliz çemberine dahil olan Dora Hartmann o günleri şöyle anlatmıştı (Mühlleitner, Reichmayr, 1997, s.79):

“O zamanlar bu psikanaliz hareketinin içinde yer almak, hevesli genç asilerin oluşturduğu bir grubun parçası olmak anlamına geliyordu. Ve sırf bu yüzden tüm bu kişiler birbirlerine çok yakınlardı, beraberken kendilerini birbirlerine çok yakın hissediyorlardı. Hepsi oldukça farklı, oldukça devrimci bir şeye inanıyor ve bu inandıkları şey yüzünden gerçek akademik çemberlerden dışlanıyorlardı, inandıkları şey prestij getirmiyor ve fazla para kazandırmıyordu… Her neyse, o zamanlar bu grup için Freud’un etrafında toplanmak ve tamamen yeni ve tamamen farklı bir şey olduğunu ve bunun bir parçası olduklarını ve yeni bir şeyin başlamış olduğunu hissetmek çok önemliydi… Yeni keşifler dışında konuşulacak başka hiçbir şey yoktu (24f, çeviri bana ait).” [2]

Ancak topluluk üyelerinin artmasıyla birlikte grup içi gerilimler de ortaya çıkmış,  psikanalitik meseleler üstünden yapılan tartışmalar kişilerarası tartışmalara sahne olmaya başlamıştı. Yeni keşifler Freud’un görüşleriyle uyumsuz olduğunda bir tehdit olarak algılanabiliyor, grup kohezyonu Freud’un psikocinsel kuramları etrafında birleşilerek sağlanıyordu. 1924’te nevrozun kaynağının doğum travması olduğunu ileri sürerek bunun üstüne bir eser yayımlayan Otto Rank da grup içi gerilimlerden nasibini aldı (Pizarro Obaid, 2013). Freud ile olan görüş ayrılığı onun sonunda gruptan tasfiye edilmesine yol açan uzun ve duygusal anlamda acı verici bir sürecin başlangıcı oldu.

Uluslararası Psikanaliz Yıllığı’nın (2013) 5. sayısında yer alan “Sigmund Freud ve Otto Rank: Kaygı ve Doğumla İlgili Tartışma ve Yüzleşmeler” başlıklı makale Otto Rank’ın nevrozun temelini doğum kaygısıyla ilişkilendirdiği Doğum Travması’nı yayımlamasıyla Freud’la içine düştüğü anlaşmazlığı, grup içi gerilimleri ve Otto Rank’ın gruptan tasfiyesine uzanan tarihsel süreci Freud’un kaygı kuramı üstüne yaptığı revizyonlar bağlamında ele alıyor. Pizarro Obaid’e (2013) göre Otto Rank’ın gruptan tasfiye edilişi Adler, Stekel ve Jung’un gruptan ayrılışıyla benzerlikler gösterse de burada söz konusu olan Freud’un oğlu gibi sevdiği ve güvendiği bir çalışma arkadaşıydı, çatışmaya topluluğun diğer üyeleri de dahil olmuş, Freud’un hastalığının ortaya çıkışıyla çatışma çözümü zor bir kriz haline dönüşmüştü. Yine yazara göre, Rank’la kopuşun en ayırıcı özelliklerinden biri; Rank’ın ileri sürdüğü, psikanalizi temelinden sarsacak doğum travması kavramının kaygı meselesini tartışmaların merkezi haline getirmesiydi. Bu sayede Freud kuramını tekrar ele alarak sinyal kaygı kavramını derinlikli olarak işlemişti. Makale boyunca Otto Rank’ın doğum travması kavramı, Freud’un kuramsal olarak bu kavramı etkisiz hale getirişi ve sinyal kaygı kavramı ile “Oidipus karmaşasının çözülmesi”ni nevrozun temeli olarak pekiştirişi anlatılmaktadır.

Makale şu açılardan önemlidir: a) Freud 1920’lerde kuramının bazı kavramları ve bunların klinik görüngülerin yorumlanması üstündeki etkilerini metapsikolojik olarak yeniden düzenlemiştir (Pizarro Obaid, 2013). Psikanalitik yazarlar bunu basitçe Freud’un kaygının bastırma sonucunda değil bastırmanın kaygı sonucunda ortaya çıktığı görüşüne ulaşmasının doğal bir sonucu olduğunu belirtirler. Freud ile Rank arasındaki kuramsal tartışmanın öneminin üstü örtülür. Halbuki, “Ketlenmeler, belirtiler ve kaygı” üzerine düşünümleri bağlamında Freud (1926) “Burada işimiz Rank’ın hipotezini detaylı olarak eleştirmek değil” demişse de, yine de şunu kabul etmiştir: “Rank’ın kaygı duygulanımının doğum hadisesinin ve o sırada deneyimlenen durumun tekrarlanmasının sonucu olduğu iddiası -esasında bu iddia bana aitti- beni kaygı meselesini yeniden gözden geçirmeye mecbur bıraktı.” (s. 161, akt. Pizarro Obaid, 2013). Pizarro Obaid’e göre Freud ile Rank arasındaki kuramsal tartışmayı anlamadan sinyal kaygı kavramı üstüne arka arkaya yapılan revizyonları anlayamayız, b) Makale psikanaliz hareketinin erken yıllarına, psikanaliz kuramının gelişim tarihinin bir kesitine ışık tutmaktadır. Türkiye’de de psikanaliz yeni yeni gelişmekte ve kurumsallaşma yolunda önemli adımlar atılmaktadır. Psikanaliz tarihinin başından beri var olan topluluk içi etkileşimlerin psikanaliz kuramının gelişimindeki olumlu etkilerinin yanı sıra topluluk içi gerilimlerin ve sıkıntıların sonuçları Türkiye’deki psikanaliz hareketinin kurumsallaşma süreci açısından örnek teşkil etmektedir.

Makale psikanaliz kuramları, psikanaliz tarihi, topluluk psikolojisi gibi konulara ilgi duyan herkes için ilgi çekici olacaktır. Psikanaliz eğitimi veren kurumlarda kuramsal seminerlerde okutulabilecek nitelikte aydınlatıcı ve titizlikle yazılmış bir makaledir.       

Melis Tanık Sivri

Çarşamba Cemiyeti üyeleri (ayaktakiler) Otto Rank, Karl Abraham, Max Eitingon  ve Ernest Jones; (oturanlar) Sigmund Freud, Sandor Ferenczi ve Hanns Sachs.

Çarşamba Cemiyeti üyeleri (ayaktakiler) Otto Rank, Karl Abraham, Max Eitingon ve Ernest Jones; (oturanlar) Sigmund Freud, Sandor Ferenczi ve Hanns Sachs.

 


[1] Mühlleitner, E., Reichmayr, J. (1997). Following Freud in Vienna: The Psychological Wednesday Society and the Viennese Psychoanalytical Society 1902-1938. Int. Forum Psychoanal., 6:73-102

[2] Hartmann D. Dora Hartmann-görüşme. Sözlü Tarih Koleksiyonu. Abraham A. Brill Kütüphanesi. New York Psikanaliz Cemiyeti. New York, 1973.

Psikanaliz Kuramının Gelişim Tarihinden Bir Kesit: Psikanaliz Topluluğuna Tarihsel Bir Bakış için yorumlar kapalı

Filed under IJP Yıllık